Sanatçının tuvale değdirdiği bir fırça darbesidir insan. Fırçanın dokunması ve tuvalden ayrılması kadardır yaşam. Daha doğrusu, yaşam sandığımız.
Asıl yaşam, eserdedir. Ve eser, sanatçınındır.
Fırça tuvalde durdukça leke nefes alır. Fırça tuvalden ayrıldığı anda, leke son nefesini vermiş olur.
Artık yaşam, esere geçmiştir.
Sanatçının neyi çizmek istediği, her bir fırça darbesinin yönünü belirler.
Her leke, sanatçının fikriyle, boyasıyla, kıvamıyla, rengiyle oluşur. Sanatçıyı içerir.
Bu yüzden her fırça darbesi kendini sanatçı sanabilir.
Sanatçıdır da… Ondan gelmiştir, onun bir parçasıdır, her zerresi onunla doludur.
Ve yine de ondan tamamen ayrıdır.
Fırça darbesinin kendini tanımlama çabası, tanım boşluğunda kaybolması; bu ikilemin içinden çıkamamasındandır.
Her bir fırça darbesini merkeze alarak inceler bu çalışma.
İzleyiciye bir ayna tutar ve onu bireysel tanım sorularıyla baş başa bırakır.
“.The”, yaşamın bir bütün olarak kavranmasına değil, parçalanmış ve yer yer eksik bırakılmış halleriyle yüzleşmeye davet eder.
Her bir iş, kendine ait bir boşluğu — bir tanımsızlığı — taşır.
Bu eksiklik, izleyicinin zihninde tamamlanmayı beklemez; tersine, izleyiciyi tanımlamaktan uzaklaştırır.
Her “The”, bir varoluş kırılmasıdır.
Ne tam içeride, ne tamamen dışarıda; hem var, hem hâlâ oluş içinde.
Bu kelime, serginin ekseni gibi görünse de yalnızca bir vesiledir.
Gerçek olan, yüzeydeki boyanın gerisinde kalandır: fırçanın yönü, rengin niyeti, izleyicinin sessiz soruları…
Tanımlanmaktan kaçan bu yapılar, izleyiciyi konfor alanından çıkarır.
Renk, biçim ve boşluk arasında sıkışmış bir anlam arayışı başlatır.
Her iş, “The …” gibi isimlerle izleyiciyi karşılar ama açıklamaz.
Çünkü bu işler cevap değil, soru üretir.
Her izleyicinin içine düşeceği o tekillik anı beklenir.
Bir kırılma. Belki de bir unutma.
Eserin bütününde amaç, tanımlanmak değildir;
Tanımsızlık içinde bir varlık sezgisine ulaşmaktır.
Bu sergi, sanatçının değil, izleyenin fırçasını izler.